"Kapitalizm Covax’ın çalışmasına izin vermedi"

-
Aa
+
a
a
a

DSÖ’nün son raporuna göre ölüm oranları azaldı. Fakat küresel ölçekte tedbirler halen yetersizken ilaç şirketleri de yeni üretilen tedavi yöntemlerini yüksek kâr marjlarıyla piyasaya sürüyor. 

Covid'le mücadelede kapitalizm çıkmazı
 

Covid'le mücadelede kapitalizm çıkmazı

podcast servisi: iTunes / RSS

(7 Ekim 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında yayınlanmıştır.)

 

Ömer Madra: Günaydın merhabalar!

Osman Elbek: Günaydın!

Kayıhan Pala: Günaydın!

Özdeş Özbay: Günaydın!

ÖM: Evet Türkiye’nin durumu, dünyanın durumu ve artık havalar soğumaya başlarken, sonbahar bitip kışa doğru ilerlerken de yeni durumlar nedir, bütün bunları, aşı durumlarını da size soralım. 

OE: 5 Ekim DSÖ’nün durum raporuna göre dünyada vaka sayısında %9’luk bir azalma var, yani dünyadan iyi haberler geliyor. Benzer bir şekilde ölüm oranları azaldı. Avrupa istisnai bir durum olarak vaka sayılarının arttığı -tıpkı Türkiye gibi- bir kıta. Türkiye geçtiğimiz haftayı 100 binde 233 vaka sayısıyla geçti ve yükseliş trendine devam etti. Hem DSÖ’nün hem Worldometer’in sınıflamasında Türkiye dünyayı üçüncü olarak geçti. Bu arada pazartesi günü zevkle dinlediğimiz Selim hocaya da bir atıfta bulunalım: Hoca Worldometer’in 4 haftalık izlemine göre Türkiye’yi dördüncü olarak tarifledi. Burada dinleyicilerimizin dikkatini çekeceğimiz iki konu var; biri hangi siteden referans alındığı ve süre. Biz geçtiğimiz hafta Worldometer’de haftalık analize göre üçüncü olarak tariflemiştik. Hoca da aynı sitede dört haftalık analize göre dördüncü olarak tariflemişti. Gerçekten Türkiye ne yazık ki diğer ülkelerin aksine her hafta artış trendini devam ettiren nadir ülkelerden birisi. 27-28 bin baremindeydi dün akşama kadar biliyorsunuz, dün akşam 30 bin sınırını da geçtik. Günde 218 haftalık ölümle geçirdik haftayı. Test pozitifliğimiz yükseliyor; 8.1’e ulaştı, dün akşam 8.5 idi. Günlük test sayımız 350 binin üstünde; bunun anlamı aşısız olanlar özellikle eğitim emekçileri başta olmak üzere istenen PCR’ların aslında istenmediğine işaret ediyor. Geçtiğimiz hafta kimi üniversiteler, hatta Eskişehir ili PCR takibini yapmayacağını açıkladı çok ilginç bir veri olarak. Tam aşılı oranımız %53 -ki iki doz Koronavac dahil. İki doz Koronavac’ın korumadığını biliyoruz. Bu anlamıyla tam aşılı oranımız %50’nin altında. Öte yandan bu hafta Portekiz’den müthiş bir haber geldi; toplumda aşılanma oranında %86’ya ulaştıklarını, 12 yaş üzerindeki herkesi aşıladıklarını ve Covid kısıtlamalarını kaldırdıklarını açıkladılar. Tıpkı Danimarka, Norveç ve İsveç gibi... Onlar da yüksek aşı oranlarına -özellikle Danimarka, Norveç ve Portekiz- ulaştığı için kısıtlamaları kaldırdı. Biz bu orana ulaşmadığımız için uzaktan seyrediyoruz onları. Son bir veri de bu hafta itibariyle günlük birinci doz aşı olan kişi sayısı çok düştü, 40 bin, 50 bin, 60 bin düzeylerinde. Bu bizim açımızdan önümüzdeki dönemin, özellikle kapanan sonbaharla birlikte çok zorlu olacağına işaret ediyor. Ne dersin Kayıhan?

"Küresel bir sorunla karşı karşıyayız, buna bir tek ülke çapında ya da bölge çapında yanıt vermek yetmeyecek"

KP: Çok haklısın Osman, gerçekten Türkiye’de Covid-19 pandemisine karşı güçlü bir yanıt verme yaklaşımının benimsenmediğini görüyoruz. Bunu tek başına aşıyla ilgili olarak söylemiyorum, çünkü sen az önce Portekiz ve diğer ülkeleri söyledin. Ancak bir halk sağlıkçısı ve dünyada bu işi yakından takip eden epidemiyoloji bilimiyle ilgilenen insanların ortak görüşü olarak söyleyeyim; tek başına %80 aşıyı sağlamış olmanın bu pandemiyle mücadele açısından yetmeyebileceği öngörüsü de var. Özellikle yeni endişe verici varyantlar söz konusu olduğunda. Dolayısıyla yüksek aşılama oranı çok değerli, çok önemli ama diğer önlemleri hayatımızdan tamamen çıkartabilecek durumda henüz değiliz. Çünkü küresel bir sorunla karşı karşıyayız, buna bir tek ülke çapında ya da bölge çapında yanıt vermek yetmeyecek. Türkiye’ye gelince, biliyorsun sağlık bakanı geçen haftadan biraz önce günlük kritik eşiğin Türkiye için 20 bin vaka olduğunu söylemişti. Biz de bunun bilimsel olmadığını, haftalık yeni olgu görülme sıklığı açısından bilimsel olanın 100 binde 100 sınırı olduğunu, bunun da 12 binin biraz altında bir rakam olduğunu söylemiştik. Bu rakam neredeyse Türkiye’de şimdi üçe katlandı ve senin de az önce söylediğin gibi dünyada en fazla olgunun görüldüğü, geçen hafta DSÖ veri tabanına göre üçüncü ülke konumuna yerleştirdi Türkiye. Bu gerçekten çok ciddi bir probleme işaret ediyor. Çünkü Ömer beyin açılışta söylediği gibi artık havalar soğuyor, açık havadan kapalı ortamlara giriş daha da artacak. Bu koşullar Türkiye’yi zor durumda bırakabilir. Yine birkaç gündür özellikle sosyal medyada aile hekimlerinin paylaştığı birtakım olgulara bakacak olursak işimiz çok zor. Örneğin bir tanesini söyleyeyim ben size; bir aile hekimi dün sosyal medyada şöyle bir şey paylaştı; kendi listesinde karantinada olan bir kişiyi telefonla aramak üzere iken bir bakıyor o kişi kendisinin karşısında duruyor, şaşırıyor. “Nasıl olur, sen karantinada olman lazım!” “Ya boş ver hocam, sen ben bana şu ilacı yazıver.” Şimdi Türkiye’de asemptomatik olguları saptayıp onları izole etmek ve çevresindekileri karantinaya almayı geçtim kendisinde PCR pozitifliği saptananları bile karantinaya alamayan bir sistem söz konusu. Bu koşullarda maalesef aktif olgu sayısında ciddi bir artış ve bunların çevresinde herkese bu hastalığı yaymasıyla ilgili neredeyse bir teşvik sistemi var. Dolayısıyla maalesef işimiz zor görünüyor Osman.

ÖM: Evet, ben de şunu da ekleyeyim, yani resmî açıklamalara göre her saat 10 kişi kaybedilmekte Türkiye’de. Yani biz bu programın sonunda 9’da çıktığımızda 10 kişi kadar kaybetmiş olacağız. Bir bu var çok vahim, bir de aşıyla ilgili BBC Türkçe’den bir haber vardı; Hollanda’da Covid salgınından fazla etkilenen etnik grup olan Türkiye kökenli göçmenler arasında Koronavirüs aşısı yaptıranların sayısının çok düşük, oldukça düşük olduğu belirlenmiş, yarıdan fazlası Covid aşısı olmamış. Böyle de çok ciddi bir başka sorunun da haberine rastladık. 

OE: Evet Ömer bey, dünyadaki aşı tereddütü araştırmaları gösteriyor ki tereddüt yaşayan kesimler kadınlar, düşük ekonomik seviyeye sahip olan insanlar -yoksullar yani- eğitimi görece düşük olanlar ve toplumun ötekisi olan kesimler -Amerika’da Afro Amerikanlar olabilir, Hollanda’da Türkiyeliler olabilir. Araştırmalardan bahsetmişken bugün çok mutluyum çünkü üç araştırmayı dikkatinize sunmak istiyoruz ve benim mutluluğum da bu araştırmayı yapan insanların hepsinin benim arkadaşlarım olması. Bu mutluluk veriyor bana. İki araştırma uluslararası alanda çevre üzerinde çok etkili bir dergide yayınlandı. İlk araştırma Covid-19 mortalitesinin ölümlerinin hava kirliliği ve yoksullukla ilişkisini araştırıyor, araştırmacıları Nilüfer Aykaç ve Nilay Etiler. İkinci araştırma benim bahsedeceğim ulusal dergide yayınlanmış, Türk Toraks Derneği’nin Çevre ve Akciğer Sağlığı çalışma grubu üyeleri tarafından gerçekleştirildi ve İstanbul’daki beş yıllık hava kirliliğinin Covid-19’a etkisi ve kapanmaların hava kirliliğini azaltıp azaltmadığını sorguluyor. Son araştırma ise yine uluslararası alanda çevre üzerine çok etkili bir dergide yayınlandı ve PM2,5 ince havada asılı kalan partiküllerinin Türkiye genelinde erken ölümlere etkisini ortaya koyuyor. Bunun araştırmacıları da eş sözcüm olan Kayıhan Pala, Nilüfer Aykaç ve Yeşim Yasin. İlk araştırmada, yani İstanbul’da Covid-19 mortalitesinin hava kirliliği ve yoksulluk üzerine etkisi şunu gösterdi bize; sosyoekonomik düzeydeki her 20’lik düşüş, Covid-19 ölümlerini %35 oranında arttırıyor İstanbul’da. Yani ağırlıklı olarak yoksullar ölüyor. İkincisi, ortalama bir evin içerisinde ne kadar fazla insan yaşarsa, yani ortalama hane halkı ne kadar büyükse yaşlıların ölümlerinin o oranda fazla olduğunu gösterdi İstanbul’da. Doğal olarak yoksulluk büyük aile ile birlikte gittiği için bu ayrıca sosyoekonomik bir düzeyle ilişkili. Bunun anlamı şu; bugünlerde gençleri etkileyen delta varyantı o evdeki yaşlılar için ölümcül risk taşıyor. Üçüncüsü de bu araştırma Covid-19 ölümleriyle hem partiküler madde dediğimiz havada asılı kalan tozlar hem kükürt dioksit hem de fosil yakıtlarının tüketilmesiyle oluşan nitrojen oksit ve dioksit türevleriyle doğrudan ilişkili olduğunu gösterdi. İstanbul’un hangi ilçesinde bunlar ne kadar yüksekse o ilçede o kadar fazla Covid-19 ölümü oluyor. Peki İstanbul’un ilçelerinde bunlar yüksek mi? İkinci araştırma da aslında bunun yanıtını veriyor; 2016 ve 2020 yılları arasında yapılmış verileri değerlendiriyor bu araştırma. Saptadığı ilk sorun 2019 ve 2020’de İstanbul’da 39 hava izleme istasyonu olmasına rağmen sadece dokuz tanesi gerçekten yıl boyu ölçüm yapmış. Yani istasyon var ama ölçmüyoruz hava kirliliğini. Bunların tamamında da hem partikül madde hem fosil yakıt türevleri olan nitrojen oksit deriveleri DSÖ’nün izin verdiği sınırları aşmış durumda. Öte yandan bu araştırma iki günlük kapanmaların kirleticiler üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını, ama eğer hayatı üç gün durdurabiliyorsanız hem partikül maddede hem nitrojen oksit derivelerinde %50’lere yakın düşmeler sağlandığına işaret ediyor. Bu yüzden İstanbul’da hem hava kirliliğinin hem yoksulluğun Covid-19 ölümlerini arttırdığını biliyoruz. Halk sağlığı önlemlerini buna göre yetkinleştirmekte yarar var. Üçüncü araştırma ise dediğim gibi sevgili Kayıhan ve arkadaşlarına ait, ince partiküllerin Türkiye’de ne kadar erken ölüme yol açtığı konusunda. Onu tabii ki araştırmacının kendisine bırakmak isterim. 

Hava kirliliği Covid-19 hasralığı sırasında ölümleri de artırıyor

KP: Teşekkürler Osman. Gerçekten bizi çok heyecanlandıran bir araştırmaydı. DSÖ’nün AirQ+ diye bilinen bir programı aracılığıyla verileri elde edip bu programla değerlendirerek makaleyi yazmış ve göndermiştik. Gerçekten de önemli bir dergide yayınlanmasından memnuniyet duyuyoruz ama sonuçlar tabii memnuniyet verici değil. Çünkü havadaki PM2,5 diye bilinen bu küçük toz parçacıkları nedeniyle yalnızca 2018 yılında 44.617 kişinin hayatını erken kaybettiğini ortaya koymuş olduk. Bu gerçekten çok büyük bir rakam, üstelik bunların iller arasındaki dağılımına baktığımızda 100 bin kişi başına yüklenebilecek bu PM2,5 kirliliğinin en yüksek Manisa ve Afyonkarahisar gibi illerde olduğunu da ortaya çıkarmış olduk. Bu arada senin az önce söylediğin yani Türkiye’de bu ölçümlerin yetmediğine ilişkin bazı verileri de 2020 yılından söylemek isterim. Aslında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın veri tabanına bakıldığında 355 hava kalitesi istasyonuyla verilerin toplandığı görülüyor ama bunlardan ancak 195’inin ölçüm sonuçları ‘valide’ edilerek, geçerli hale getirilerek, hava kalitesi bültenlerinde yayınlanabiliyor. Öyle olunca Türkiye’nin hava kalitesini, özellikle kirlilik kaynakları söz konusu olduğunda değerlendirmek mümkün görünmüyor. Bursa’dan yaşadığım kentten örnek vereyim; Bursa’nın 50 kilometre kadar güneyinde bir kömürlü termik santralımız var Orhaneli, fakat o bölgede hiçbir ölçüm istasyonu olmadığı için bunun kirliliğinin ne ölçüde çevreyi etkilediğine dair bir veriyi sürekli olarak elde edemiyoruz. Oysa orayla ilgili bir araştırma yaptığımızda kontrol grubuna göre Orhaneli termik santrali çevresinde yaşayanların çok ciddi bir şekilde sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldıklarını göstermiştik. Şimdi Türkiye’de aslında çok ciddi hava kirliliğinin ölçülmesiyle ilgili bir problem olduğunu söylemeliyim. Çünkü örneğin Van’ı örnek olacak olursak, Van’daki istasyonun 20 bin kilometrekare civarındaki bir bölgeye ait tek istasyon olduğunu söylememiz gerekir. Bu rakam Yalova ile kıyaslandığında Yalova’da yalnızca 266 kilometrekare. Bu kadar geniş bir alanda ölçüm sonucu üzerinden Türkiye’de hava kirliliğini değerlendirmek mümkün değil. Üstelik pandemi sırasında, senin de çok güzel bir şekilde daha önceki araştırmayla vurguladığın gibi, hava kirliliği olmasının Covid-19 hastalığı sırasında ölümleri de arttırdığı bilindiği için bu ölçümleri daha bilimsel bir çerçeveye, daha bizim önümüzü görecek bir platforma taşıma gerektiği çok açık. 

OE: Bir kere daha dinleyicilerimize hatırlatalım; ince partikül denilen PM2,5’un Türkiye’de ulusal mevzuatta herhangi bir sınır değeri yok. Diğer kirleticileri için DSÖ’ne göre çok daha yüksek değerleri kabul etsek de bunları DSÖ sınırlarına indirmeyi hedeflesek de, PM2,5 için ki asıl ölümcül etkisi yol açan kirleticinin herhangi bir sınır değerimizin olmaması bu anlamda hani tüm bu tabloyu daha da karartıyor diye düşünüyorum. 

ÖM: Nasıl olmuyor peki sınır ölçüsü konmaması, neye yorabiliriz bunu?

OE: Vallahi ben herhangi bir bilimsel çerçeveye yoramıyorum. Kanaatimce PM2,5’un eğer bir ulusal sınır değeri olursa bu ulusal sınır değere de uyamadığı görülecek diye düşünüyorum. İkincisi PM2,5 için çok sınırlı ölçümleri yapılıyor Türkiye’de Sadece Kayıhan’ın araştırmacı olduğu yayından ifade edeyim; Türkiye’deki istasyonların sadece %19’unda PM2,5 ölçülüyor. Ölçmemek, sınır değer koymamak bir sorunu da ortadan kaldırıyor; ölçmüyorsanız, test yapmıyorsanız nasıl Covid-19 yoksa, ölçmüyor, sınır değer koymuyorsanız da PM2,5 diye de bir sorununuz da olmuyor. Ölenler de kader nedeniyle ölmüş oluyorlar ülkemizde!

KP: Bu arada bir parantez açayım isterseniz; yani PM ölçülür ve sınır değeri varken niye PM2,5 yok? Çünkü PM2,5 dediğimiz daha küçük çaptaki toz zerreciklerinin ana kaynağı endüstri. Bu kirlilik içerisinde endüstrinin payının ön plana çıkmasını önleme girişimi olarak da değerlendirilebilir. Bu yalnızca benim kişisel fikrim değil. Bundan işte üç yıl kadar önce DSÖ tarafından İsviçre’de genel merkezde yapılan hava kirliliği kongresinde bu konular gündeme gelmişti, ben de oraya katılmıştım. Birçok ülkede, daha doğrusu az gelişmiş ülkelerde PM2,5 sınır değerini yayınlamamak gibi bir tutum var. Geçtiğimiz haftalarda DSÖ hava kirliliği parametrelerinde epeyce azaltma yaparak sınır değerleri daha da aşağıya indirmiş durumda. Eğer Türkiye herhangi bir sınır değer belirleyecek olsa, aynen PM10’da olduğu gibi, Türkiye’nin herhangi bir yerinde sağlıklı bir nefes almanın mümkün olmadığı, özellikle endüstri bölgeleri ya da endüstriyel salınımların yoğun olduğu yerlerde çok daha ciddi bir problem olduğu çok net görülebilir. Osman yeri gelmişken, zaten Ömer bey çok değiniyor ama, biz de dün akşam mecliste Paris Anlaşması’nın kabul edilmiş olmasının mutluluğunu burada paylaşalım ve umalım ki iklim kriziyle mücadele içerisinde, hava kirliliğiyle mücadelede kendine daha büyük bir yer bulsun. 

"Ya gerçekten devrimsel bir sürece girip bir şey yapacağız ya da bu barbarlıkla bu veya başka bir pandemide canımızı vereceğiz"

OE: Zamanımız daralırken ben son bir konuya geçmek istiyorum. Bu hafta içerisinde Covid tedavisinde yeni bir ilaç hızla faz3 araştırmasında çok iyi sonuçlar nedeniyle erken durduruldu ve ruhsatlandırma için başvuruldu. Molnupiravir etken maddeli bu ilaç sadece Covid’e değil, influenza yani grip virüsüne de etkili. Etkinliğiyle ilgili konuşacağız, daha zamanımız var ama bu vesileyle özellikle eylül sonunda DSÖ’nün toplumların %10’undan fazlasının aşılanması gibi bir hedefini konuşmamız gereken bugünde sevgili meslektaşım Necati Çıtak’ın dikkatimi çektiği bir konuyu gündeme getirmek istiyorum: Molnupiravir’in maliyeti. Önce birkaç cümle: Molnupiravir maddesi sitidin molekülünden, Amerika’da bir kamu üniversitesi olan Emory Üniversitesi ve Amerika hükümetinin fonlarıyla yani kamusal kaynaklarla keşfedildi. Keşif, icat kamuya ait bir icattı ve icat edilir edilmez kâr amacı olmayan Ridgeback Biotherapy şirketi tarafından lisanslandı ve hızla ilaç endüstrisi molekülün üstüne atladı. Merck bunun gelişimlerini fonladı ve satış hakkını aldı. Bir kere daha kamu kaynakları özel ticari ilaç şirketlerine aktarılmış oldu bu sayede. Peki maliyeti nedir bu ilacın? Bugün hâlâ Harvard Üniversitesi’nin web sayfasından ulaşılabilir, Melissa Barber’ın bir araştırması var. 1 Ekim 2021 tarihi itibariyle -detayları geçeyim- bu ilacın her bir kapsülünün maliyeti 1.74 Dolar, 5 günlük tedavi maliyeti ise 17.74 Dolar. Kaç liraya satılıyor: 700 Dolar, yani maliyetinin 40 katına satılıyor. Barber makul satış fiyatının 20 Dolar olması gerektiğini ifade etmişti bu araştırmasında. Yani makul sürdürülebilir fiyatının 35 katına satılıyor. Nisan 2021 tarihi itibariyle Ahlqvist ve arkadaşları ise stidinden nasıl molnupiravir’in sentezleneceğini Amerikan Kimya Derneği’nin dergisinde yayınladılar. Bu araştırmacılar MIT’de 1 Nisan 2021 tarihi itibariyle ilacın bir kapsülünün 0.17 Dolar maliyette olduğunu, beş günlük  tedavi maliyetinin ise 6.84 Dolar olduğu ortaya koydular. Yani maliyetinin 102, makul satış fiyatının 91 katına satılacak bu ilaç Amerika’da. ABD hükümeti ise hemen 1.7 milyon kutu alımı gerçekleştirdi 700 Dolar üzerinden ve şirkete tam 1.2 milyar dolar para ödedi. 

ÖÖ: Pandora Papers bu bahsettiğiniz durum karşısında bence solda sıfır kalıyor bu arada.

OE: Aynen öyle, o yüzden hızla gündeme getirmek istedim. Bir tarafta böyle bir talan, böyle bir sağlık gaspı -hani insanlar düşmüşler pandemi nedeniyle her fiyata alacaklar- aç gözlülük varken DSÖ’nün Covax’i biliyorsunuz, eylül sonunda “%10 nüfusu aşılamalıyız” demişti. Peki bugün itibariyle ne noktada bu hedef? Dünyanın %46’sı en az bir doz aşı yapmış durumda, düşük sosyoekonomik seviyedeki ülkeler için bu oran %2.3; 20 kat daha düşük yani. Afrika’da 54 ülkenin sadece 15’i yani sadece %28’i DSÖ’nün %10 barajını aştı. Afrika’da tam aşılı nüfus oranı %4.4. Bugün dünyada 50’den fazla ülke Eylül sonu itibariyle ulaşması gereken %10 nüfus aşılamasının altında. Yani Covax çöktü. Çünkü şirketler ve kâr maksimizasyonu nedeniyle kapitalizm Covax’ın çalışmasına izin vermedi. Peki Covax bunun karşısında ne yaptı? Sistemi eleştireceğine hedef küçülttü ve dedi ki “Mart 2022’de Afrika’yı %40 aşılasak yeterli”. Hakikaten bir tarafta 100 katına satılan ilaçlar, öte tarafta üç Dolar’lık aşıların insanlara ulaşmaması. Yani ya gerçekten devrimsel bir sürece girip başka bir şey yapacağız yahut da bu barbarlıkla bu veya başka bir pandemide de canımızı vereceğiz gibi duruyor. Ne dersin Kayıhan bir halk sağlığı uzmanı olarak?

ÖM: Ben de tam ona geçmeden bir cümle izin verirseniz söyleyeyim.

OE: Buyurun buyurun.

ÖM: George Monbiot Guardian’da dün yayınlanan son yazısında tam da buna değiniyor işte. Yani “gezegeni altüst etmek, yerle bir etmek ve ondan sonra da kazanılan paraları da saklamak kapitalizmin bir çarpıklığı gibi gözükebiliyor. Yani kabul edilmeyecek yüzü olarak görülüyor. Oysa değil; bu kapitalizmin gerçek yüzü budur zaten, kendisi budur. Doğrusu bu son verdiğiniz örnek de bu yargıyı doğrulayan nitelikte. 

KP: Big Farma gerçekten zaten birçok bilim insanı ve çevre tarafından, biliyorsunuz, suç örgütü olarak da anılan bir yaklaşım. Çünkü bu söylediğimiz rakamların artık ‘ticaretle, para kazanmakla’ ilgisinin olmadığını düşünenler var. Oysa ben öyle düşünmüyorum, bu tam da Ömer beyin dediği gibi kapitalizmin, küresel kapitalizmin sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonunun bir parçası. Yani sevgili Osman, 40 kat değil fırsatını bulsa 400 kat, fırsatını bulsa 4000 kat daha fazla bir parayla bunu satmak isteyecektir. Buradaki kritik olan şeylerden birisi maalesef toplumla bunu buluşturmada çok başarılı değiliz. Bunların üretilme aşamasına gelene kadarki bütün giderlerinin kamu bütçelerinden karşılanmış olması. İstersen haftaya Covid-19 aşılarıyla ilgili de bir ekonomi politik bir değerlendirme yapalım. Dinleyicilerimizle aslında nasıl bunun arka planında kamu bütçesi olduğunu ve maliyetinin ne olduğunu, ne kadar yüksek kâr ile satıldığını ve buradan yeni milyarderler yaratıldığını paylaşalım. Gerçekten de artık küresel kapitalizmi çok daha ciddi bir şekilde sorgulama zamanı. 

 Bu yıl grip görülme sıklığı geçen yıllara oranla daha yüksek olacak

OE: Son cümlemiz de grip aşısına yönelik olsun. Grip mevsimi, influenza mevsimi açılmak üzere; bu yüzden çok hızla herkesin grip aşısı olmasını tavsiye ediyoruz. Grip ve Covid aşıları arasında herhangi bir zaman farkı koymasına hiç gerek yok, aynı günde, bir gün sonra, üç gün sonra hangi aşıya ne zaman ulaşılırsa olmak gerekiyor değil mi Kayıhan, sen de önerirsin herhalde halk sağlığı uzmanı olarak?

KP: Evet bu yıl için dünyadaki epidemiyologlar, enfeksiyon hastalıkları uzmanları ve halk sağlıkçılar grip görülme sıklığının geçen yıllara oranla daha yüksek olacağı öngörüsüne sahipler. Bu nedenle grip aşısını olmamızda büyük yarar var. Dün itibariyle Türkiye’deki grip aşılarından bir tanesinin aile hekimleri tarafından reçete edilmesi halinde ödendiği bilgisini de aile hekimleri arkadaşlarımızdan aldım. Dolayısıyla ben herkese yapılmasını öneririm. Ben de ilk fırsatta kendime aşı yaptıracağım. 

ÖM: Evet biz de takip edelim bunu tabii.

OE: Böyle kapatabiliriz herhalde?

ÖM: Peki, çok teşekkür ederiz.

KP: Bu hafta bir şarkı yetiştirebildik mi bilmiyorum. Ben bir şarkı önermiştim ama hata bizde, biraz geç bildirmiş olduk. 

ÖM: Galiba süreyi aşıyoruz.

KP: Tamam gelecek hafta o zaman aynı şarkıyla devam ederiz. Teşekkür ederiz hepinize, görüşmek üzere, hoşça kalın!

OE: İyi haftalar!

ÖM: Teşekkür ederiz.

ÖÖ: Görüşmek üzere.